Bir zamanlar, Bağdat’ın büyüleyici sokaklarında Ali adında genç bir tüccar yaşardı. Ali, pazarda baharat ve kumaş satar, kazandığıyla annesine bakardı. Ancak onun en büyük hayali, bir gün dünyayı gezip bilinmeyen hazineler bulmaktı.
Günlerden bir gün, dükkânına yaşlı bir adam geldi. Üzerinde yıpranmış bir pelerin, elinde ise ışıldayan bir kum saati vardı.
“Evlat,” dedi yaşlı adam, “Bu kum saati sıradan değildir. İçinde zamanın ruhu saklıdır. Ama dikkat et, son kum tanesi döküldüğünde kaderin değişebilir.”
Ali, kum saatine büyülenmiş gibi baktı. Adam ona bir harita uzatarak kaybolmuş bir hazineyi gösterdi. “Eğer yüreğin cesursa, bu harita seni hayallerine götürecek,” dedi ve kayboldu.
Ali, kum saatini alıp haritada gösterilen yere doğru yola çıktı. Çölleri aştı, nehirleri geçti ve sonunda unutulmuş bir tapınağa ulaştı. Tapınağın içinde altın kapılarla mühürlenmiş bir oda vardı. Ancak kapının açılması için kum saatinin son tanesinin düşmesi gerekiyordu.
Ali derin bir nefes aldı ve kum saatini çevirdi. Son tanecik düştüğünde, kapılar gürültüyle açıldı ve içeriden parlayan bir el yazması kitap çıktı. Bu, Bilgeliğin Kitabıydı! Altınlardan daha değerliydi, çünkü içindeki bilgiler insanlara refah ve mutluluk getiriyordu.
Ali, kitabı alarak şehre döndü. Onunla halkına bilgelik, adalet ve huzur getirdi. O artık yalnızca bir tüccar değil, insanların danıştığı büyük bir bilge olmuştu.
Ve böylece Ali, gerçek hazinenin altın değil, bilgelik olduğunu öğrendi.